Kentin kokuyla imtihanı
Çocuk Yazını hazırladıkları koku dosyası ile ilgili bana da bir soru sorsalardı onlara şöyle derdim. Ne kokusu?
Bugün modern bir kentte yaşayan hemen herkesin duyacağı koku endüstriyel ve evsel atıkların neden olduğu o korkunç kokudur. Bugünkü bireyin burnu egzoz dumanlarıyla baş etmeyi öğrenmek zorundadır. Fabrikalardan yükselen korkunç dumanları koklamak ve nükleer santrallerin neden olduğu kokuları emmek zorundadır bu burun.
Tıklım tıklım araçlar içerisinde yoğun ter kokularını da tanır bu burun. Deodorant ve parfüm kokularına da alışıktır. Çünkü bu kokular bu kent için “pürüzsüzlük” mecburiyetidir. Kendi kokusunu unutmuş bireyin kimyasal soslara batırmasıdır tenini.
Yoğun kızartma kokularını da duyar elbette. Her yerden boca edilen kahve kokuları da cabası. Kokunun daveti tartışmasızdır. Ne de olsa artık o duyu çok başarılı bir şekilde manipüle edildi. Duyuyu bile maniple eder bu çağ!
Makineleşmiş hayatlarımızdan söz ederken neyin kokusu bu Allah aşkına? Robotun kokusu mu olur? Yağ kokusu mu, mazot mu ne? Rayiha kelimesi var duydunuz mu? Evrenin kokusunu alamayan burunlarımız için fazla bir bilgi.
Biraz duyu çalışması yapabiliriz. Önümüze birkaç yiyecek koyup gözlerimizi bağlayarak bu yiyecekleri tahmin etmeye çalışabiliriz. Çocuğumuzu böyle harika etkinliklerle yetiştirebiliriz. Ama o bu kokuları her zaman önünde “yapılandırılmış” olarak bulacak. Bir orman gezisinde bir dağ kekiğini kokusundan tanımaya yetecek mi bu etkinlikler?
Evlerimizi süsleyen dekoratif bitkilerin koku yaymadığını biliyoruz ama onların varlığı “gözümüze” iyi geliyor. Biz en önce koku duyumuzu kaybettik. Görmenin iktidar bayrağını çektiği yerde diğer duyular mağlubiyetini ilan etti çoktan. Bu imaj çağında önemli olan elbette ki imajlardır.[1] Göz, görmeye ve görülmeye mahkûm. Kokuları anlatamazsınız ki!
Farkında mıyız koku alamıyoruz? Gittikçe daha fazla teknikleşen hayatlarımızda koku duyumuz örseleniyor. Evlerimizi süsleyen dekoratif bitkiler gibi bir yer tutuyoruz sanki bu hayatta. Her şey öyle plastik, öyle naylon ve öyle makine işte.
Makineleşmiş hayatımızın bu teknik ve hızlı hâli “zamanın kokusunu”[2]duymamıza engel. Hızla geçip gittiğiniz yerde ne koku duyabilirsiniz ne de net bir görüntü kalır zihninizde. Oysa kokuları duymak için yavaşlamaya ihtiyacımız var. Koku salan ve mekâna dolan zamanlarımız olsa evrene ait olduğumuzu işte o zaman hissederiz belki.
Zamanın, varlığın bir kokusu var. Toprağın kokusu, denizin, suyun ve dağların kokusu var. Iyyy deyip iğrendiğimiz gübre bizden daha fazla aidiyet taşıyor evrene dair. Biz? Güya sahip olduğumuz aklımızla evrene üstünlük taslıyoruz. Oysa duyularımız çoktan iğfal edilmiş. O üstünlük iddia ettiğimiz evrenin derinliğini ve büyüklüğünü anlamaktan da uzağız, yaydığı rayihayı içimize çekmekten de. Güzel tanımımızı yitirdik. Ve görüyorsanız işte ne çok konuyu birden ele alıyoruz. Çünkü evrenin kokusunu kaybeden her şeyini kaybeder.
Yaşadığımız mekânların ne kokusuyla dolmasını istiyorsak biz oyuz. Kokularımız bizi anlatıyor, bizi tanımlıyor. Bir bebeğin ilk önce anne kokusunu alması gibi, bir yaşam belirtisi göstereceksek işe kokularımızdan başlamamız gerekiyor. Bizden mekâna, mekândan zamana ve çağa yaydığımız güzelliğin kokusu belki teknopoli[3] canavarını yenmemizi sağlayabilir.
Bu masalın sonu bize bağlı..
[1] Ellul’un o harika ‘Sözün Düşüşü’ çalışmasına saygıyla.
[2] Byung-Chul Han iyi ki “Zamanın Kokusu” kitabını yazmış.
[3] Neil Postman bu ifade ile teknolojinin tanrılaştırılmasını anlatır. Doyumu teknolojide bulan ve emirleri teknolojiden alan insanın yeni putu.